Aslında bu soruyu “neden hasta oluyoruz” şeklinde sormalıyız. Özellikle otoimmun hastalıklarda ve birçok kronik hastalıkta çevresel faktörlerin ne kadar önemli olduğunu biliyoruz.
Evet, genetik yapımız önemlidir. Bazı genetik farklılıklar romatizmal hastalıklara veya diabete veya kansere yatkınlık yaratabilir. Her birimizin kaşı gözü birbirinden farklı olduğu gibi hücre içi metabolizmaları da birbirinden ufak tefek farklılıklar gösterebilir. Mekanizma aynıdır ama işleyiş, ilk ürün ve son üründe aşırılıklar veya eksiklikler olabilir. Bunlar da uzun vadede sağlık sorularına yol açar. Ancak bu genetik zemini kontrol eden bir üst makam vardır ki biz buna “epigenetik” diyoruz. Diğer bir deyişle çevresel etkenler…
Beslenme düzenimiz, yediklerimiz, yemediklerimiz, yeterince yemediklerimiz, güneş ışınları, sigara, alkol, keyif verici maddeler, kimyasallar, uçucu solventler, soluduğumuz havadaki partiküller, uyku düzeni, spor aktivitelerimiz veya sedanter yaşamlarımız vb. bunlardan aklıma ilk gelenler… Bir de stres!
Vücudumuzda her şey bir düzen dahilinde işler. Yeterince uyuyamamak hormonal sistemimizde dalgalanmalara ve bazı hormonların yeterince salgılanamamasına neden olur. Özellikle stres hormonu olan kortizolün yeterince salgılanamaması bizim güne yenik ve eksik başlamamıza neden olur. Kortizol bağışıklık sistemimiz için son derece önemlidir. Uyku vücudumuzun şarj olduğu bir periyottur. Her insanın 7-8 saat sağlıklı bir şekilde uyuması gereklidir. Bu bazı kişiler için daha kısa da olabilir. Önemli olan sadece süre değildir, uykunun kalitesidir… Yani derin uyku ve rüya periyotlarının birbirini takip etmesi, gece boyunca 4-5 kez bu siklusun dönmesi gerekir. Derin uyku dönemine geçilemiyorsa vücut dinlenmez ve hormonal sistem kesintiye uğrar. Sabah yorgun ve dayak yemiş gibi uyanıyorsanız bu durum kalitesiz uykunun göstergesidir.
Uzun vadeli kronik strese maruz kalmak da bağışıklık sistemimizi derinden etkiler. İş veya ev hayatında yaşadığımız memnuniyetsizlikler, katlanmak zorunda kaldığımız olumsuzluklar, çıkış yolu bulamayışımız gibi sürekli huzursuzluk durumu tüm hormonal sistemimizi ve bağışıklık sistemimizi olumsuz yönde etkiler. Kimi zaman önemli bir hastalığın derin bir üzüntü ve stres dönemini takiben ortaya çıktığına şahit olmuşsunuzdur. Vücudumuzda her gün oluşan ve her gün bağışıklık sistemimiz tarafından temizlenen kötü huylu hücreler, böyle stresli ve üzüntülü dönemlerde bağışıklık hücrelerinin gözünden kaçar ve temizlenemez. Çoğalır ve büyür. Veya bağışıklık hücrelerinin kendi hücrelerine gösterdiği tolerans bozulur ve kendi dokularını yabancı olarak görmeye başlar ve onlara saldırır.
En önemli çevresel koşullardan biri besinlerimizdir. İnsan vücudunun dış dünyayla en fazla teması sindirim sistemiyle olur. İlk başlangıçta cildimiz diyerek yanılgıya düşmeyin. Dış yüzeyimiz 1,5 m2’dir. Ama bağırsak yüzeyimiz 120 m2’dir. Üstelik cildimiz katman katman iken bağırsak yüzeyimiz sadece tek katlıdır. Çünkü yediğimiz gıdaların kolaylıkla emilebilmesi gerekir. Ama bunun bir handikapı da vardır. Bu durum vücudumuza toksin niteliğinde her türlü maddenin de kolaylıkla girebilmesi anlamına gelir. Bunun önlenebilmesi için hem bu tek katlı epiteldeki hücrelerin arasında sıkı sıkıya bir bağ olması, geçişin ve sızıntının engellenmesi, hem bağırsak yüzeyinde koruyucu bakterilerin (probiyotikler) varlığı şarttır. Yani bağırsak hücrelerimizin sağlığını ve bağırsak bakterilerimizin sağlığını ve çeşitliliğini gözeterek (prebiyotiklerle beslenme) beslenmek son derece önemlidir. Her şeye rağmen yabancı bir toksin tek katlı epitelin arkasına sızarsa, onu tek katlı tabakanın altında yerleşmiş olan bağışıklık sistemi hücrelerimiz karşılar ve gereğini yapar. Bir pasaport polisi gibi davranır ve engel koyar. Ancak bizler işlenmiş, paketlenmiş, doğallığını yitirmiş, orijinal yapısını kaybetmiş, antijenik özelliği değişmiş besinler tükettikçe ve bu durum süreklilik gösterdikçe artık bu savunma mekanizmaları yetersiz hale gelir ve sistem çöker. Bundan sonrasında her şey çok hızlı ilerler. Sızdıran bir bağırsak (geçirgen bağırsak) ve bununla mücadelede zorlanan bağışıklık sistemi kontrolden çıkar. Böylece otoimmün hastalıklar (Hasimato, tüm romatolojik hastalıklar vb) tetiklenmiş olur. Yani bağırsak sağlığımız son derece önemlidir, “bağırsaklar ikinci beynimizdir” sözü de son derece doğrudur.
Aslında genetik olarak bir hastalığa yatkın olmanız çok önemli değildir. Çünkü siz epigenetik faktörlere dikkat ederseniz genetiğinizin sesini kısabilirsiniz…
Hastalıkların tedavisi sadece ilaçlarla olmaz! Hayat tarzınızı, beslenmenizi, uyku düzeninizi ve hareketliliğinizi de düzenlemeniz gereklidir. Gerekirse stresle baş etmek için psikoterapi almalısınız…
Çok basit bir mantıkla soruyorum. Siz ilaç kullanmadığınız için mi hasta oldunuz? Neden hasta oldunuz?